Mısır Tarlası - John Constable |
Bu kısa girişten sonra, bugünkü yazımda sizlere naturalizmi,
yani doğalciliği anlatmaya gayret edeceğim. Önceki yazımızı okuduysanız eğer,
sizlere romantizmi anlatmıştık. Neydi romantizim? Özetle: “Ver coşkuyu, ver
coşkuyu”. O zamanlar bu yöntem çok tuttu. Niye? Fransız ihtilali olmuş, devrim yapılmış,
artık bütün dünyada imparatorluklar yıkılıyor, ulus devletler kuruluyor. Bunun
için de insanları coşturmak lazım. İnsanlar coşacak, kendinden geçecek, miting
alanlarında, savaş meydanlarında en ön safa geçmek için mücadele edecek. Özetle
bu romantizm denen akım böylece bir yüz yıl sürmüş. Sonra gelmişiz 1870li
yıllara.
Ne olmuş peki yüzyıl sonra. Dünya yerinde durmuyor ki
kardeşim. Adamlar teker teker bağımsızlığını kazanmışlar, devrimlerini
yapmışlar, devletlerini kurmuşlar. Eee. Şimdi nolacak peki? Coşku falan kalmadı
ortada. Şimdi ekmek lazım. İş lazım.
19. yüzyılın ikinci yarısı. Neler olmuştu bu zamanda bi
hatırlayalım. İlk evvela, buhar makinesi denen bişey icat edildi. Edildi ama,
edilmekle kalsa. Adamlar bu buhar makinesinden esinlenip çeşit çeşit icatlar
çıkardılar. Mesela tren diye bişey buldular. Bu buharlı tren denen şey, şimdi
bize çok ilkel gelebilir ama, o zamanın insanı için müthiş bir şok olmuş. Bir
hayvanın çekmediği,önüne at, öküz koşulmamış, kendi kendine giden bir araba!!
Aman yarabbi!!! Kimi şeytan işi demiş, kimi büyü demiş, kimi de kıyamet
alameti. Lokomitifin önüne yemesi için saman dökenler bile olmuş. Meşhur
alimimiz Said Nursi mesela, trene dabbetül arz demiş.
Sade trenle kalsa iyi. Adamlar değişik değişik makineler
yapmış ki, bi makine elli tane işçinin yaptığını tek başına yapıyor. Hem de acıkmaz,
susamaz. Arada bir dişlilerini yağladın mı tamam. E adam patron sonuçta, karını
düşünecek. İşçileri teker teker koymaya başlamışlar kapının önüne. E işçi de
napsın. Çoluk çocuk evde ekmek bekler. Başlamışlar teker teker ayaklanmaya.
19. yüzyılın ikinci yarısında, bundan başka bilimsel
çalışmalar müthiş bir şekilde artmış. Zenginler bakmış ki, bu bilim denen şey,
sonunda makine icat ediyor, karlarına kar katıyor, demişler ki bilim
adamlarına, çalışın kardeşim. Ahan da size para. Yeni yeni şeyler bulun. Bilim
dediğin de sonuçta nedir abi? Gözlem ve deney. Yani gideceksin, tabiatı
gözlemleyeceksin, sonra gelip labaratuvarda deneyini yapacaksın, bilimsel
teoriler geliştireceksin. Daha sonra da teknoloji denen şeyi üreteceksin.
Böylece zengini daha zengin yapacaksın. Hedef bu, bakış bu, kafa yapısı bu....
Kısaca arkadaşlar, olayın ana teması, gözlem ve deney.
Doğada olanı biteni anlayabilmek, çözebilmek ve daha sonra bunu insan hayatına,
sanata ve tabiki biricik sevgili “tiyatromuza” uygulamak. İşte natüralist akım
ya da doğalcılık dediğimiz, deney ve gözleme dayalı sanat akımı bu şekilde
oluşmuş 1870li yıllarda.
Ne demiş peki bu doğalcılar? Sanatçı eserini üretirken,
bilim adamlarıyla aynı yöntemi kullanacak. Kişiyi ve çevresini gözlemleyecek.
Çünkü kişi çevresinin bir ürünüdür. Ailesi, iş hayatı, okulu, arkadaşları,
öğretmenleri, yaşadığı doğa şartları, maddi durumu kişinin karakterini
oluşturan etkenlerdir.
Sanatçı eserini
oluştururken kendi hayatındaki deneyimlerini kullanacak. Hayali, hiç bir zaman
olmamış şeyler yazmayacaksin. Aynı koşullar her zaman aynı sonuçları verir.
Ateş yakarsan duman çıkar, süt içersen dilin yanar gibi..
Romantizim ve klasisizimde olduğu gibi, idealleştirmeye
karşı çıktılar. Toplumu olduğu gibi yansıtmaya çalıştılar. Hayatın kötü
yanlarını anlattılar. Gecekondu mahallelerini, izbe sokak köşelerini işlediler.
Çünkü doğalcılara göre, kişi çevresinin bir ürünüydü ve çevresi iyi olan
kişiler iyi olurdu, kötü olan kişiler de kötü olurdu. Peki insan, çalışmayla, çabalamayla
çevresinin zincirinden kurtulamaz mıydı? Hayır... İşte bu olmazdı bu kişilere
göre. Şahıs olarak senin hiç bir seçeneğin yoktu. Sen tabiatın ve çevrenin
kuklasıydın. Doğa, çevre, yaşadığın muhit, senin iraden dışında, seni sen yapan
etkenlerdi.
Bu arkadaşların bu şekilde aşırı düşünmelerinde, o dönemde
devrim niteliğinde görüşleriyle ortaya çıkan Darwin ve Marks’in etkisi hiç
şüphesiz ki, çok büyük olmuştur. Ne diyordu Darwin? Çevreye uyum sağlayan
canlılar hayatta kalır ve bütün canlıların doğal reaksiyonu çevreye uyum
sağlayıp hayatta kalmaktır. Mesela kiliseye gitmeyenlere iş ve ekmek
verilmediği bir toplumda yaşıyorsan, açlıktan ölmemek için, inanmasan dahi, sen
de herkesle beraber kiliseye gidersin. Marks ne demişti?İnsan denen varlığın
ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyaçları temin için emek harcamalıydı. Emek
harcarken de doğayı ve çevresini değiştirirdi, bunu yaparken kendi de
değişirdi. Kısacası sen, içinde yaşadığın toplumun ve geldiğin sülalenin bizzat
ta kendisiydin. Yani özetle: “Katranı kaynatsan
olur mu şeker? Cinsine yandığım, cinsine çeker.”
Yine dedik ya deney gözlem diye, insan davranışlarını
gözlemek önemlidir. İnsanlar hangi durumlarda nasıl tepki verirler? Bunları
gerçek hayattan gözlemleyip sanat eserlerine aktarmak önemlidir. Artık
romantizmdeki o uçan, kaçan, vatan için, millet için canını veren, her biri
birer fazilet timsali yığınla insan gitmiş, yerine gerçek insanlar gelmiştir.
Natüralist eserlerdeki karakterler yeri geldiğinde korkaktır, cahildir,
yobazdır, sahtekardır, şerefsizdir. Yeri geldiğinde hırsızlık yapar, komşusunun
karısına göz diker. Yeri geldiğinde de iyiliksever, yardımsever insanlar olurlar.
Bütün bunlarda ana etken, daha önce değindiğimiz gibi, kişinin bulunduğu
çevredir.
Mesela doğalciliğin bizdeki en önemli temsilcisi Hüseyin
Rahmi Gürpınar’ın “Ben Deli miyim?” isimli romanı erotik bulunup dava açılınca,
“Gerçek öykücülük, tüm bilimleri, fenleri kapsayan, her kötülüğü, her
hastalığı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüce bir güçtür.”
Diyerek, hem kendisini, hem de doğalciliği savunmuştur.
Özetle naturalizm, bilimsel yöntemi esas alan, deneye ve
gözleme dayalı sanat akımıdır. Bu akımın en önemli isimlerini vererek yazımızı
noktalayalım. Dünyada: Emile Zola, İbsen, John Steinbeck. Bizde: Beşir Fuat,
Hüseyin Rahmi Gürpınar..
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder