TİYATRO AKIMLARI - NATÜRALİZM

Mısır Tarlası - John Constable
Merhaba sevgili okuyucularım, karilerim... Yine karşınızdayız işte.. Şimdi ben bu yazıya niye başladım, ne zaman başladım? Nasıl başladım? Bunu izaha gerek yok. Gördünüz. Açtım bilgisayarımı başladım. Ama başlamamış da olabilirim. Başlamışsam başlamışımdır. Başlamamışsam başlamamışımdır.


Bu kısa girişten sonra, bugünkü yazımda sizlere naturalizmi, yani doğalciliği anlatmaya gayret edeceğim. Önceki yazımızı okuduysanız eğer, sizlere romantizmi anlatmıştık. Neydi romantizim? Özetle: “Ver coşkuyu, ver coşkuyu”. O zamanlar bu yöntem çok tuttu. Niye? Fransız ihtilali olmuş, devrim yapılmış, artık bütün dünyada imparatorluklar yıkılıyor, ulus devletler kuruluyor. Bunun için de insanları coşturmak lazım. İnsanlar coşacak, kendinden geçecek, miting alanlarında, savaş meydanlarında en ön safa geçmek için mücadele edecek. Özetle bu romantizm denen akım böylece bir yüz yıl sürmüş. Sonra gelmişiz 1870li yıllara.

Ne olmuş peki yüzyıl sonra. Dünya yerinde durmuyor ki kardeşim. Adamlar teker teker bağımsızlığını kazanmışlar, devrimlerini yapmışlar, devletlerini kurmuşlar. Eee. Şimdi nolacak peki? Coşku falan kalmadı ortada. Şimdi ekmek lazım. İş lazım.

19. yüzyılın ikinci yarısı. Neler olmuştu bu zamanda bi hatırlayalım. İlk evvela, buhar makinesi denen bişey icat edildi. Edildi ama, edilmekle kalsa. Adamlar bu buhar makinesinden esinlenip çeşit çeşit icatlar çıkardılar. Mesela tren diye bişey buldular. Bu buharlı tren denen şey, şimdi bize çok ilkel gelebilir ama, o zamanın insanı için müthiş bir şok olmuş. Bir hayvanın çekmediği,önüne at, öküz koşulmamış, kendi kendine giden bir araba!! Aman yarabbi!!! Kimi şeytan işi demiş, kimi büyü demiş, kimi de kıyamet alameti. Lokomitifin önüne yemesi için saman dökenler bile olmuş. Meşhur alimimiz Said Nursi mesela, trene dabbetül arz demiş.

Sade trenle kalsa iyi. Adamlar değişik değişik makineler yapmış ki, bi makine elli tane işçinin yaptığını tek başına yapıyor. Hem de acıkmaz, susamaz. Arada bir dişlilerini yağladın mı tamam. E adam patron sonuçta, karını düşünecek. İşçileri teker teker koymaya başlamışlar kapının önüne. E işçi de napsın. Çoluk çocuk evde ekmek bekler. Başlamışlar teker teker ayaklanmaya.

Yani arkadaşlar, İstanbul’un fethi ve Fransız ihtilalinden sonra, insanlığı ve tabi ki de sanatı değiştiren bir başka devrim yaşanmış: Sanayi Devrimi.

19. yüzyılın ikinci yarısında, bundan başka bilimsel çalışmalar müthiş bir şekilde artmış. Zenginler bakmış ki, bu bilim denen şey, sonunda makine icat ediyor, karlarına kar katıyor, demişler ki bilim adamlarına, çalışın kardeşim. Ahan da size para. Yeni yeni şeyler bulun. Bilim dediğin de sonuçta nedir abi? Gözlem ve deney. Yani gideceksin, tabiatı gözlemleyeceksin, sonra gelip labaratuvarda deneyini yapacaksın, bilimsel teoriler geliştireceksin. Daha sonra da teknoloji denen şeyi üreteceksin. Böylece zengini daha zengin yapacaksın. Hedef bu, bakış bu, kafa yapısı bu....

Kısaca arkadaşlar, olayın ana teması, gözlem ve deney. Doğada olanı biteni anlayabilmek, çözebilmek ve daha sonra bunu insan hayatına, sanata ve tabiki biricik sevgili “tiyatromuza” uygulamak. İşte natüralist akım ya da doğalcılık dediğimiz, deney ve gözleme dayalı sanat akımı bu şekilde oluşmuş 1870li yıllarda.

Ne demiş peki bu doğalcılar? Sanatçı eserini üretirken, bilim adamlarıyla aynı yöntemi kullanacak. Kişiyi ve çevresini gözlemleyecek. Çünkü kişi çevresinin bir ürünüdür. Ailesi, iş hayatı, okulu, arkadaşları, öğretmenleri, yaşadığı doğa şartları, maddi durumu kişinin karakterini oluşturan etkenlerdir.

 Sanatçı eserini oluştururken kendi hayatındaki deneyimlerini kullanacak. Hayali, hiç bir zaman olmamış şeyler yazmayacaksin. Aynı koşullar her zaman aynı sonuçları verir. Ateş yakarsan duman çıkar, süt içersen dilin yanar gibi..

Romantizim ve klasisizimde olduğu gibi, idealleştirmeye karşı çıktılar. Toplumu olduğu gibi yansıtmaya çalıştılar. Hayatın kötü yanlarını anlattılar. Gecekondu mahallelerini, izbe sokak köşelerini işlediler. Çünkü doğalcılara göre, kişi çevresinin bir ürünüydü ve çevresi iyi olan kişiler iyi olurdu, kötü olan kişiler de kötü olurdu. Peki insan, çalışmayla, çabalamayla çevresinin zincirinden kurtulamaz mıydı? Hayır... İşte bu olmazdı bu kişilere göre. Şahıs olarak senin hiç bir seçeneğin yoktu. Sen tabiatın ve çevrenin kuklasıydın. Doğa, çevre, yaşadığın muhit, senin iraden dışında, seni sen yapan etkenlerdi.

Bu arkadaşların bu şekilde aşırı düşünmelerinde, o dönemde devrim niteliğinde görüşleriyle ortaya çıkan Darwin ve Marks’in etkisi hiç şüphesiz ki, çok büyük olmuştur. Ne diyordu Darwin? Çevreye uyum sağlayan canlılar hayatta kalır ve bütün canlıların doğal reaksiyonu çevreye uyum sağlayıp hayatta kalmaktır. Mesela kiliseye gitmeyenlere iş ve ekmek verilmediği bir toplumda yaşıyorsan, açlıktan ölmemek için, inanmasan dahi, sen de herkesle beraber kiliseye gidersin. Marks ne demişti?İnsan denen varlığın ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyaçları temin için emek harcamalıydı. Emek harcarken de doğayı ve çevresini değiştirirdi, bunu yaparken kendi de değişirdi. Kısacası sen, içinde yaşadığın toplumun ve geldiğin sülalenin bizzat ta kendisiydin.  Yani özetle: “Katranı kaynatsan olur mu şeker? Cinsine yandığım, cinsine çeker.”

Yine dedik ya deney gözlem diye, insan davranışlarını gözlemek önemlidir. İnsanlar hangi durumlarda nasıl tepki verirler? Bunları gerçek hayattan gözlemleyip sanat eserlerine aktarmak önemlidir. Artık romantizmdeki o uçan, kaçan, vatan için, millet için canını veren, her biri birer fazilet timsali yığınla insan gitmiş, yerine gerçek insanlar gelmiştir. Natüralist eserlerdeki karakterler yeri geldiğinde korkaktır, cahildir, yobazdır, sahtekardır, şerefsizdir. Yeri geldiğinde hırsızlık yapar, komşusunun karısına göz diker. Yeri geldiğinde de iyiliksever, yardımsever insanlar olurlar. Bütün bunlarda ana etken, daha önce değindiğimiz gibi, kişinin bulunduğu çevredir.

Mesela doğalciliğin bizdeki en önemli temsilcisi Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Ben Deli miyim?” isimli romanı erotik bulunup dava açılınca, “Gerçek öykücülük, tüm bilimleri, fenleri kapsayan, her kötülüğü, her hastalığı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüce bir güçtür.” Diyerek, hem kendisini, hem de doğalciliği savunmuştur.

Özetle naturalizm, bilimsel yöntemi esas alan, deneye ve gözleme dayalı sanat akımıdır. Bu akımın en önemli isimlerini vererek yazımızı noktalayalım. Dünyada: Emile Zola, İbsen, John Steinbeck. Bizde: Beşir Fuat, Hüseyin Rahmi Gürpınar..

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder